Netanyahu’nun Suriye Çıkışı Ne Anlama Geliyor?

Netanyahu’nun Suriye Çıkışı Ne Anlama Geliyor?

Uluslararası Adalet Divanı tarafından Gazze soykırımını icra ettirme sebebi ile hakkında arama kararı olan İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu'nun, BM Güvenlik Konseyi'nin 2803 sayılı kararının hemen ardından Suriye'nin güneyindeki işgal altındaki bölgelere giderek “Türkiye'nin Suriye'nin orta bölgelerine ve güneyine girmesini engelledik.” minvalindeki açıklaması gözleri tekrar Suriye'ye çevirdi. Bu açıklama sadece kişisel bir çıkış değil; ABD–İsrail ekseninin Gazze üzerindeki kontrol iddiasından güç alan yeni bir bölgesel mühendislik arzusunun dışavurumu niteliğinde. Aynı zamanda İsrail'in kendi iç krizini perdelemeye dönük bir propaganda aracına dönüştürülmüş durumda. Netanyahu'nun zamanlamayı özellikle 2803 kararına denk getirmesi, İsrail'in Gazze'de ABD ile ortak bir idari ve askerî kontrol mekanizması kurma niyetinden cesaret aldığını gösteriyor. ABD'nin BM üzerinden sağladığı meşruiyet, İsrail'e sadece Gazze'de değil, Suriye'deki saldırganlığını da genişletme özgüveni aşılıyor. Buna karşılık Türkiye hem Suriye'deki istikrarsızlık üretme çabalarına hem de SDG üzerinden yürüyen terör mimarisine karşı giderek daha net bir güvenlik mimarisi inşa ediyor. Bu nedenle Netanyahu'nun Türkiye karşıtı söylemi, sadece diplomatik tansiyonu yükseltmek değil; bölgede güçlenen Türkiye'nin önünü kesme girişimi olarak görülebilir.

Zamanlama: ABD'nin 2803 Hamlesinin İsrail'e Sağladığı Yayılmacılık Özgüveni

BM Güvenlik Konseyi'nde ABD'nin geçirdiği 2803 sayılı karar, Gazze'deki savaşın gidişatını yalnızca taktik düzeyde değil, bölgesel güç mimarisi düzeyinde de değiştirdi. Karar, Washington'ın İsrail üzerindeki kontrolünü kaybetmeye başladığı bir dönemde, yeniden “ortak yönetim” görüntüsüyle Tel Aviv'e destek vermesi anlamına geliyor. Bu destek, Netanyahu hükümetine yeni bir meşruiyet alanı sundu. Netanyahu'nun bu kararın hemen ardından Suriye'nin güneyine gidip Türkiye'ye yönelik açıklama yapması, tesadüf değil; güç devşirme girişimidir. Çünkü İsrail uzun süredir Suriye'deki sınırlı ama etkili nüfuzunu genişletmek istiyordu ve Gazze'de sıkışan uluslararası baskı bu planları engelliyordu. ABD'nin 2803 kararı ise bu baskının bir kısmını hafifletti. Böylece İsrail hem Gazze'de kontrol iddiasını hem de Suriye'deki saldırganlığını artırmak için manevra alanı buldu. İsrail'in 8 Aralık'tan bu yana artan hava saldırıları Suriye'nin geleceğinde Türkiye'nin etkisinin büyümesini istemediğini gösteriyor. Ankara'nın Suriye'de devrimi destekleyen en güçlü aktör olarak öne çıkması, İsrail'in güvenlik doktrini açısından bir tehdit olarak algılanıyor. Bu nedenle Netanyahu zamanlamayı özellikle ABD desteğinin tazelendiği bir ana denk getirerek Türkiye'yi hedef aldı.

İç ve Dış Siyasette Netanyahu'nun Kaçış Güzergâhı

Netanyahu'nun Türkiye karşıtı açıklamaları aynı zamanda iç politikada bir yön değiştirme girişimi olarak da okunabilir. Gazze'deki yıkım, uluslararası toplumun büyük bölümünde “soykırım” olarak nitelendiriliyor ve Netanyahu uluslararası mahkemelerde yargılanma süreciyle karşı karşıya. İsrail'in küresel imajı tarihte hiç olmadığı kadar zayıflamış durumda. Üstelik ABD gibi İsrail'in tarihsel olarak en rahat hareket ettiği ülkede bile eleştiriler yükseliyor; “anti-Siyonist” oluşumların ortaya çıkması, kampanya merkezli bir anti-lobi çalışmalarının başlaması İsrail iç siyasetinde de paniğe yol açıyor. Netanyahu bu atmosferde yeni bir düşman yaratmaya ihtiyaç duyuyor. Bu düşman Türkiye olarak kodlanıyor. Bu söylem hem iç kamuoyundaki milliyetçi-Siyonist dokuyu harekete geçirmek hem de uluslararası gündemi değiştirmek amacı taşıyor. Çünkü Türkiye karşıtlığı hem Filistin konusundaki net tutumu hem de bölgedeki stratejik ağırlığı nedeniyle Netanyahu'nun anlatılarına kolayca eklemlenebiliyor.

Oysa Türkiye, Suriye'nin kuzeyinde terör örgütü PKK/SDG'nin varlığını ulusal güvenliğine tehdit olarak gördüğünden, başından beri istikrar ve düzen talep eden politikayı sürdürdü. Ankara'nın devrimci taleplerle uyumlu pozisyonu, İsrail'in kaos üretme stratejisiyle tamamen zıt bir çizgide. İsrail ise uzun zamandır Suriye'de kalıcı bir istikrarsızlık istiyor. Dürzi, Alevi-Nusayri azınlıklara yönelik manipülatif stratejiler, SDG'nin silahlandırılması ve kaos üretme girişimleri bu politikanın parçaları olarak tezahür ediyor. Bu tür politikalar Türkiye'nin ulusal güvenliğini doğrudan hedef alan sonuçlar üretebilir. SDG'nin silah bırakmaması Ankara'nın kabul etmeyeceği tek kırmızı çizgi. Bu nedenle Türkiye-ABD görüşmelerinin sonuçsuz kalması, Ankara'nın askeri müdahale seçeneğini yeniden gündeme getirebilir. Bu ihtimal ise İsrail'i rahatsız eder; çünkü Suriye'de en güçlü değişim kapasitesine sahip ülke Türkiye'dir.

Türkiye'nin Suriye'de İstikrar Politikası

Türkiye'nin Suriye dosyasına bakışı, Filistin meselesinden bağımsız değildir. Ankara, Gazze saldırganlığının bölgesel istikrarsızlığı derinleştirdiğini ve İsrail'in bu istikrarsızlığı Suriye'ye doğru genişletme eğiliminde olduğunu görüyor. Bu nedenle Türkiye kendi güvenlik mimarisini daha proaktif bir çerçevede ele alıyor. Dışişleri Bakanı Hakan Fidan'ın yakın çalışma arkadaşı Nuh Yılmaz'ın Şam Büyükelçiliği'ne atanması bu önem seviyesinin açık bir göstergesi. MİT kökenli bir diplomatın Suriye'ye gönderilmesi, Ankara'nın hem terörle mücadele hem de siyasi geçiş süreçlerinde sahayı doğrudan ve derinlikli biçimde yönetmek istediğini gösteriyor. Bu da İsrail açısından yeni bir stratejik gerilim kaynağı.

Türkiye Suriye'de devrimi destekleyen ana aktör olarak sahadaki en dinamik güç. Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı, Barış Pınarı gibi operasyonlarda Ankara askeri kapasitesini etkili biçimde gösterdi. Libya'dan Azerbaycan'a, Ukrayna'dan Sudan'a kadar birçok coğrafyada askeri dengeyi değiştirebilen bir Türkiye ile İsrail'in doğrudan çatışma ihtimali son derece düşüktür. Bu gerçek, ABD açısından da net biçimde görülüyor. Washington hiçbir koşulda Türkiye–İsrail savaşı içerecek bir senaryoyu masada istemiyor. Dolayısıyla Netanyahu'nun saldırgan söylemi, Tel Aviv'in Suriye'de alan genişletme çabasının söz düzeyindeki bir uzantısıdır; gerçek bir stratejik kabiliyeti temsil etmiyor. Ankara ise rasyonel pozisyonunu koruyor: İsrail'in saldırganlığına karşı sert ama kontrollü bir hat izliyor, Filistin meselesini bölgesel güvenlik çerçevesinde okuyor ve Suriye'de düzeni yeniden kurmak için adım adım ilerliyor. Ankara'nın Suriye dosyasını Filistin ile birlikte ele alıyor olması, İsrail'in saldırganlığını doğrudan Suriye'deki stratejik dengesizliklerin nedeni olarak görmesine dayanıyor.

Sonuç olarak Netanyahu'nun BM'nin 2803 kararının hemen ardından Suriye'de Türkiye'yi hedef alan açıklama yapması, İsrail'in bölgesel paniğini ve yeni güç kaybını perdeleme çabasının en görünür anlarından biri olarak görülebilir. İsrail Gazze'de uluslararası desteğini kaybediyor, iç siyasetinde çöküyor ve Suriye'de kaos üretme kapasitesi daralıyor. Bu nedenle Türkiye'yi hedef göstererek hem ABD'nin sunduğu geçici desteği tahkim etmeye hem de içerideki baskıyı dış düşman söylemiyle yönlendirmeye çalışıyor.

Türkiye ise Suriye'de istikrar talep eden, terörle mücadeleyi ulusal güvenliğinin merkezine koyan, Filistin meselesini bölgesel bütünlük içinde ele alan, askeri ve diplomatik kapasitesi yüksek bir aktör. Bu nedenle Netanyahu'nun çıkışı hem stratejik bir panik işareti hem de söylemsel bir güç iddiasının zayıf bir yansımasıdır. Bölgenin gerçek güç dengesi ise Ankara'nın sahadaki belirleyici rolünü değiştirmemekte, aksine daha görünür kılmaktadır.