İsrail rejimi 20.yüzyılda başlatılan Siyonist proje ile dünya barışına tehdit olmayı attığı her adımla devam ettiriyor. Bu anlamda İsrail'in özellikle Türkiye'ye karşı son yıllarda dış politika söylem ve eylemlerini sertleştirmesi, Doğu Akdeniz'den Suriye içlerine kadar uzanan geniş bir hatta stratejik gerilim ve çatışma ortamı ortaya çıkarmıştır. Belli dönem aralıkları ile iş birliğine meyilli ilerleyen Türkiye-İsrail ilişkileri Mavi Marmara baskını, Ankara'nın Hamas ile temasları ve İsrail'in Gazze soykırımları gibi kritik dönemeçlerden sonra keskin bir kopuş sürecine girmiştir. Bu süreçte Ankara, Tel Aviv'i sadece Filistin meselesinde değil, bölgenin tamamında “yayılmacı bir güç” olarak algılamaya başlamıştır. Özellikle Kıbrıs ve Suriye'deki gelişmeler, iki ülkenin çıkarlarının doğrudan çarpıştığı sahalar olarak öne çıkıyor. İsrail'in Kıbrıs Rum Yönetimi ve Yunanistan'la kurduğu askeri ve enerji temelli iş birlikleri ile Suriye'de etnik-mezhepsel fay hatlarını kullanma girişimleri, Türkiye'nin güvenlik stratejilerini doğrudan etkiliyor. Ankara, hem Kıbrıs'ın kuzeyinde garantörlük haklarını korumaya hem de Suriye sınırında istikrarsızlığı engellemeye çalışırken, İsrail'in bölgesel hedefleriyle giderek daha sık karşı karşıya geliyor.
Türkiye-İsrail ilişkilerinin tarihsel dönüşümü bu noktada kritik. 1990'ların ortalarında iki ülke arasında güvenlik iş birliği, istihbarat paylaşımı ve enerji alanında ortaklıklar geliştirilmişti. Sovyetler Birliği'nin çöküşü, İran'ın yükselen nüfuzu ve Suriye'nin PKK'ya verdiği destek gibi nedenlerle iki ülke ortak tehdit algısında buluşuyordu. Hatta 1994'te imzalanan gizlilik anlaşmalarıyla askeri bilgi paylaşımı yoğunlaşmış, Doğu Akdeniz'de ortak tatbikatlar yapılmıştı. Ancak 2000'lerin başında bu ortam bozulmaya başladı. AKP'nin iktidara gelişi, Filistin meselesinde daha açık ve sert bir söylem benimsenmesi, 2008–2009 Gazze operasyonları ve ardından 2010'daki Mavi Marmara baskını ilişkileri kopma noktasına getirmiştir. Türkiye, İsrail'i Gazze'de işlediği suçlardan sorumlu tutarken, Tel Aviv yönetimi Ankara'nın Hamas'la kurduğu temasları tehdit olarak görmeye başlamıştır. 7 Ekim 2023 tarihinden beri iki ülke arasında “iş birliği” yerine giderek büyüyen bir “rekabet” ilişkisi öne çıkmıştır. Bu rekabetin merkezinde ise Doğu Akdeniz/ Kıbrıs ve Suriye bulunuyor.
Kıbrıs Adası: İngiliz Üsleri ve Yeni Cephe Hattı
Doğu Akdeniz'deki enerji kaynaklarının keşfi ve deniz yetki alanı tartışmaları, Kıbrıs'ı Ankara ile Tel Aviv arasındaki çatışmanın odak noktalarından biri haline getirmiştir. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, 2000'li yılların başından itibaren İsrail ve Yunanistan'la enerji iş birliği anlaşmaları imzalamıştır. Washington orkestrası ile organize edilen ve İsrail eliyle bölgeye pazarlanan son dönemin meşhur girişimlerinden olan EastMed boru hattı gibi projeler, Türkiye ve KKTC'yi tamamen dışlayarak bölgedeki doğal gazı Avrupa'ya taşımayı amaçlamıştır. Bu projeler, Ankara çevrelerinde yalnızca enerji rekabeti olarak değil, aynı zamanda Kıbrıs Türklerinin haklarını gasp eden ve Türkiye'nin Doğu Akdeniz'deki nüfuzunu kırmayı hedefleyen bir strateji olarak yorumlanıyor.
Buna ek olarak, İngiltere'nin Ada'daki iki egemen üssü (Ağrotur ve Dikelya) gerilimi daha da tırmandırmaktadır. Bu üslerin 2023'te başlayan Gazze soykırımından itibaren İsrail'e lojistik destek sağladığı yönündeki haberler Türkiye'nin ulusal güvenliği ciddi kaygılar doğuruyor. Ağrotur'dan kalkan kargo uçaklarının İsrail'e mühimmat taşıdığı, radar altyapısının Tel Aviv'in kullanımına açıldığı iddiaları, Türkiye açısından bir kuşatma senaryosunu güçlendirmiştir. Kamuoyuna servis edilen ve bu üslerin İsrail'in Gazze operasyonlarında kullanıldığına dair görüntüler İsrail'e verilen desteğin aynı zamanda Türkiye'ye tehdit oluşturabileceği iddiasını güçlendiriyor. Dolayısıyla Ada, artık yalnızca bir enerji çatışması değil, aynı zamanda Türkiye karşıtı askeri-istihbari rekabet alanı olarak da öne çıkıyor. Nitekim Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ile İsrail arasındaki askeri iş birliği de giderek derinleşiyor. Basına yansıyan haberlere göre, İsrail'den Güney Kıbrıs'a gönderilen Barak MX hava savunma sistemleri ve radar altyapıları, Rum kesiminin savunma kapasitesini aşan özelliklere sahip. Bu sistemler, yalnızca GKRY'yi değil, Antalya'dan Konya'ya kadar geniş bir alanı gözetleyebiliyor. Türkiye açısından bu gelişmeler, “Ada'daki dengeleri bozacak tehlikeli adımlar” olarak görülebilir ve buna karşı Ankara'nın KKTC'deki askeri varlığını güçlendirmesi gerekebilir. Adadaki Türk askeri mevcudunun korunması, düzenli tatbikatlar ve yeni güvenlik anlaşmaları, bu caydırıcılığın en görünür unsurları. Türkiye, Kıbrıs'taki statükoyu değiştirmeye yönelik her türlü girişime sert yanıt vermeye hazır olduğunu net biçimde gösteriyor.
Suriye'de Sessiz Savaş
Türkiye-İsrail geriliminin ikinci odak noktası Suriye. İç savaş sonrası bu ülkenin yeniden şekillendiği süreçte, iki tarafın hedefleri tamamen zıt. İsrail, Suriye'nin güçlü bir merkezi devlet olarak ayağa kalkmasını istemiyor. Tel Aviv için ideal senaryo, etnik ve mezhepsel olarak bölünmüş, zayıf ve sürekli iç çekişmelerle uğraşan bir Suriye. Bu nedenle Esed rejiminin iktidarda kaldığı Suriye İsrail için en makul senaryo idi. 8 Aralık 2024'te rejimin devrilmesi sonrası telaşa kapılan İsrail, saldırganlığı artırmış; rejim döneminde elde ettiği ayrıcalıklı saldırganlığı toparlamak için Dürziler gibi azınlıklar ve PKK'nın Suriye kolu olan PYD gibi terör unsurlar üzerinden nüfuz arayışına girmiştir. Özellikle kuzeydoğuda YPG/SDG ile temaslar, İsrail'in Türkiye'nin sınır güvenliğini zedeleyecek adımlar attığına işaret ediyor. Güneyde ise Dürzî topluluklara “koruma” vaatleri, Suriye rejiminin meşruiyetini aşındırma çabasının bir parçası olarak görülüyor. Bu, aslında geçmişten beri İsrail'in uyguladığı “çevre doktrini”nin yeni bir versiyonu: bölgeyi küçük, birbirine rakip parçalara ayırarak merkezi otoriteleri zayıflatmak.
Türkiye'nin yaklaşımı ise tam tersi. Ankara, sınır güvenliği için Suriye'nin toprak bütünlüğünün korunmasını vazgeçilmez görüyor. PKK/YPG varlığı sıfırlanmadan, Türkiye'nin Suriye'den çekilmeyeceği açıkça dile getiriliyor. Son dönemde Şam yönetimiyle kurulan yeni askeri iş birliği anlaşmaları da bu politikanın bir yansıması. Ankara, Suriye'de Ahmet Şara liderliğindeki yeni yönetimin askeri, ekonomik ve siyasi istikrara kavuşmasını; Şam'ın uluslararası sisteme yeniden entegre edilmesini, dolayısıyla sınırdaki belirsizliği azaltmak, yeni göç dalgalarını engellemek ve mültecilerin geri dönüşünü kolaylaştırmak istiyor. Böylece Türkiye, parçalanmış bir Suriye yerine güçlü bir merkezi devletin kendi çıkarlarına daha uygun olduğuna inanıyor. Bu noktada Tel Aviv ve Ankara'nın vizyonları doğrudan çakışıyor.
Büyük İsrail Vizyonu ve Bölgesel Çatışma Riski
İsrail'in bölgesel politikalarını anlamak için “Büyük İsrail” vizyonuna bakmak gerekiyor. Netanyahu ve çevresindeki bazı isimlerin dillendirdiği bu proje, doğrudan Türkiye'yi şer ekseninde tanımlama, Hamas'a ev sahipliği yapmasından ötürü Türkiye'ye saldırma tehditleri, yalnızca işgal altındaki Filistin topraklarıyla sınırlı değil; Ürdün Nehri'nden Nil'e kadar uzanan geniş bir coğrafyayı kapsayan ideolojik bir hayal. Bu vizyon, Suriye'nin bölünmesi, Kıbrıs'ta İsrail-Rum-Yunan iş birliğinin güçlendirilmesi ve Filistin devletinin fiilen ortadan kaldırılmasıyla destekleniyor. Türkiye, bu projenin yalnızca Filistin halkı için değil, tüm bölge için istikrarsızlık kaynağı olduğunu düşünüyor. Ankara, uluslararası hukuk vurgusu yaparak bu yayılmacı hedefleri sert şekilde eleştiriyor. Filistin'in devlet olarak tanınmasını savunuyor ve iki devletli çözüm dışında bir seçeneğin kabul edilemez olduğunu yineliyor.
Türkiye'nin karşı adımları bu bağlamda çok katmanlı. Diplomatik alanda BM ve İİT gibi platformlarda İsrail'in işgalci politikalarını sürekli gündeme taşıyor. Bölgesel ittifaklar kurarak yalnızlığı kırmaya çalışıyor. Katar ve Kuveyt ile iş birliklerini güçlendirirken, Mısır ve Suudi Arabistan'la da diyalog kanallarını güçlendirip İsrail yayılmacılığına karşı askeri, siyasi ve ekonomik bir ittifak oluşturmaya çalışıyor. Askeri alanda ise caydırıcılığı öne çıkarıyor. KKTC'deki varlığını artırmanın yanı sıra, Doğu Akdeniz'de deniz gücünü modernize ediyor, insansız hava ve deniz araçları geliştiriyor. S-400 gibi sistemlerle hava savunmasını güçlendiriyor. Savunma sanayiinde yerlilik oranını yükselterek Batı'ya olan bağımlılığı azaltıyor. Tüm bu adımlar, Türkiye'nin kendini çevrelemeye çalışan İsrail merkezli stratejilere karşı hazırlık yaptığını gösteriyor.
Sonuç olarak, Kıbrıs ve Suriye ekseninde tırmanan bu gerilim, Ortadoğu'da yeni bir güç dengesinin habercisi. Türkiye ile İsrail arasındaki çelişki artık sadece iki ülke meselesi değil; Rusya, ABD, İran ve Körfez ülkeleri gibi aktörlerin de içine çekildiği daha geniş bir kutuplaşmanın parçası. Doğu Akdeniz'de enerji ve güvenlik rekabeti, Suriye'deki etnik-mezhepsel fay hatları ve “Büyük İsrail” vizyonu, Türkiye-İsrail ilişkilerini daha da keskin bir rekabet hattına sürüklüyor. Ankara, bu ortamda Türkiye askeri caydırıcılığını geliştirirken, aynı zamanda diplomasiyle yeni ittifaklar geliştirmeye çalışıyor. En olası senaryo, kısa vadede doğrudan bir savaş değil; fakat soğuk çatışma ve manevra sürecinin derinleşmesi. Bu süreçte Türkiye'nin izleyeceği çok katmanlı strateji hem ulusal güvenliğini korumak hem de bölgesel barışı sağlamak açısından belirleyici olabilir.