İsrail Yayılmacılığı Karşısında Türkiye’nin Dengeleyici Rolü

İsrail Yayılmacılığı Karşısında Türkiye’nin Dengeleyici Rolü

     Ortadoğu'da 21. yüzyılın en belirgin jeopolitik olgularından biri, İsrail'in sınır tanımayan saldırganlığıdır. 7 Ekim 2023 sonrasında Gazze'de yürütülen yıkıcı askeri operasyonlardan Suriye ve Lübnan'daki sınır ötesi müdahalelere, hatta İran'a yönelik açık tehditlere kadar uzanan genişlemeci politika, bölgedeki güç dengelerini köklü biçimde sarsmıştır. Bu strateji, yalnızca bölgesel düzeyde değil, uluslararası sistemin mevcut yapısal krizleriyle de iç içe geçmiştir. Batı merkezli liberal uluslararası düzen, özellikle ABD ve Avrupa'nın Siyonizm'e stratejik ve ideolojik bağımlılığından ötürü, İsrail'i dengeleyecek bir kolektif irade üretememektedir. Güvenlik Konseyi'nin işlevsizliği, uluslararası hukukun ihlaller karşısında caydırıcı olmaması ve Batı'nın İsrail'e sağladığı açık askeri, ekonomik ve diplomatik destek, Tel Aviv yönetimine neredeyse sınırsız hareket serbestisi tanımaktadır. Arap dünyasındaki bölünmüşlük ve İsrail ile normalleşme eğilimleri ise bu tabloyu pekiştirmekte; böylece bölgede İsrail'in yayılmacılığını durdurabilecek tekil veya kolektif bir güç odağı kalmamaktadır. Bu koşullar altında Türkiye hem coğrafi konumu hem askeri kapasitesi hem de Filistin meselesine ideolojik yaklaşımıyla öne çıkan nadir aktörlerden biridir.

Diplomasi ve Bölgesel İttifak İnşası

     Türkiye'nin İsrail'i sınırlama stratejisinin ilk ayağı, diplomatik düzlemde çok boyutlu bir dengeleme politikasıdır. Ankara, İsrail'in bölgesel yalnızlığını artırmayı ve uluslararası meşruiyetini sorgulatmayı hedefleyen girişimlerin öncülüğünü üstlenmiştir. 7 Ekim sonrası Gazze saldırılarında Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, yoğun telefon diplomasisiyle İslam İş Birliği Teşkilatı (İİT) ve Birleşmiş Milletler nezdinde acil toplantılar düzenlenmesini sağlamıştır. İİT'nin kabul ettiği kınama ve ateşkes çağrıları, sembolik düzeyde de olsa Türkiye'nin diplomatik liderlik kapasitesini göstermiştir. Bu süreçte Türkiye, uzun süredir mesafeli olduğu Mısır ve Suudi Arabistan gibi bölgesel aktörlerle ilişkilerini de yeniden tanımlamıştır. 2022'de başlayan normalleşme süreci, Gazze krizi bağlamında karşılıklı çıkar temelinde pekişmiş; Mısır ve Katar ile yürütülen ortak arabuluculuk girişimleri İsrail'e yönelik baskının artırılmasına katkıda bulunmuştur. Suudi Arabistan'ın İsrail'le normalleşme görüşmelerini askıya aldığını duyurması, bu diplomatik atmosferin yansımasıdır.

     Türkiye'nin en somut adımlarından biri, Mayıs 2024'te İsrail ile tüm ticari ilişkilerin durdurulması olmuştur. 6,2 milyar dolarlık ticaret hacminin sıfırlanması, İsrail ekonomisini felce uğratmamış olsa da bölgesel düzeyde önemli bir siyasi mesaj üretmiştir. Bu adım, Türkiye'yi İsrail'e karşı somut yaptırım uygulayan ilk büyük Müslüman ülke konumuna taşımış ve diğer İslam ülkelerine örnek teşkil etmiştir. Diplomatik açıdan bu hamle, Türkiye'nin “ekonomik maliyet pahasına ilkesel duruş” sergileyebildiğini ortaya koymuştur.

Filistin Direnişine Destek ve Caydırıcılık Kapasitesi

     Türkiye'nin stratejisinin ikinci boyutu, Filistin direnişinin askeri ve siyasi olarak ayakta kalmasını sağlayacak dolaylı destek mekanizmalarıdır. Ankara, Filistin meselesini yalnızca diplomatik platformlarda değil, sahada da desteklemektedir. Bu desteğin en tartışmalı unsuru, Hamas ile sürdürülen ilişkiler olmuştur. Batılı müttefiklerin terör örgütü olarak tanımladığı Hamas, Türkiye tarafından Filistin'in meşru direniş hareketlerinden biri olarak kabul edilmektedir. 2010'lardan itibaren Hamas liderlerinin Türkiye'de ağırlanması, Gazze'deki siyasi ve insani sürecin Ankara üzerinden de şekillendiğini göstermektedir.

     Türkiye, Hamas'a yönelik bu yaklaşımını iki amaçla sürdürmektedir: Birincisi, Gazze'de direnişin tamamen tasfiye edilmesini önlemek; ikincisi ise gerektiğinde Hamas üzerinde nüfuz kullanarak arabuluculuk işlevi görmek. Nitekim 2023 sonrası esir takası süreçlerinde Türkiye hem Hamas hem Batı tarafı ile görüşerek belirli rehinelerin serbest bırakılmasını sağlamıştır. Bu destek boyutu yalnızca siyasi düzlemle sınırlı değildir. Türkiye, insani yardımlar, eğitim programları ve altyapı desteği gibi alanlarda da Filistin toplumunun direncini güçlendirmektedir. Böylece askeri müdahaleye başvurmadan, Filistin sahasında İsrail'in mutlak hakimiyetini engelleyebilecek kapasite inşa edilmeye çalışılmaktadır.

     Öte yandan Türkiye, kendi savunma ve caydırıcılık kapasitesini artırarak İsrail üzerinde dolaylı baskı unsuru oluşturmaktadır. İHA/SİHA teknolojilerinde ulaşılan seviye Suriye, Karabağ, Libya, Ukrayna örneklerinde görüldüğü üzere bölgesel çatışmalarda dengeleri değiştirebilecek niteliktedir. İsrail'in Demir Kubbe hava savunma sisteminin yoğun ve sofistike İHA saldırıları karşısında sınırlı etkinlik göstermesi, bu teknolojilerin stratejik önemini artırmaktadır. Türkiye, bu kapasiteyi doğrudan İsrail'e karşı kullanmamış olsa da varlığı dahi Tel Aviv açısından dikkate alınan bir caydırıcılık unsurudur.

Bölgesel Kriz Yönetimi ve Çok Taraflı Dengeleme Politikaları

     Türkiye'nin üçüncü stratejik hattı, bölgedeki krizleri kendi lehine dengeleyici unsurlara dönüştürmektir. Suriye örneği, bu yaklaşımın en somut yansımasıdır. 2011'den itibaren Esad karşıtı pozisyon alan Ankara, 2022'den itibaren söylem değiştirerek Şam ile normalleşme adımlarına başlamıştır. Bu değişimin ardında, mülteci krizinin yönetilmesi kadar İsrail'in Suriye'deki hareket alanının daraltılması hedefi de bulunmaktadır. 8 Aralık 2024'te başlayan ve rejimin devrilmesi ile başarıya ulaşan askeri operasyonlar ve sonrasındaki diplomatik süreçlerde de Türkiye'nin kilit rol oynaması İsrail'in dengelenmesi noktasında Ankara'nın istikrarlı bir Şam yönetimi politikası benimsediğini göstermektedir.

     Ankara, Şam yönetiminin Suriye'nin güneyinde otoriteyi yeniden tesis etmesini, İsrail'in Dürzileri “koruma” gerekçesiyle bu bölgelere müdahil olmasını zorlaştıracak bir gelişme olarak değerlendirmektedir. Benzer şekilde Lübnan'da devlet otoritesinin güçlenmesi, Hizbullah'ın İsrail'e karşı caydırıcı kapasitesinin korunmasına katkı sağlayacağı ifade edilebilir. Türkiye, doğrudan Hizbullah ile temas kurmamakta; ancak Lübnan devleti üzerinden dolaylı istikrar destekleri sunmaktadır. İran ile ilişkiler de bu çerçevede değerlendirilebilir. Türkiye, Tahran'ın tamamen pasifleşmesinin İsrail'in elini rahatlatacağını düşünmekte; bu nedenle İran'ın İsrail karşıtı cephede sınırlı da olsa etkin kalmasını tercih etmektedir. Bu amaçla Cumhurbaşkanı Erdoğan, Gazze savaşı sırasında İran Cumhurbaşkanı ile doğrudan temas kurmuş, hatta İran ve ABD'yi İstanbul'da nükleer anlaşma zemininde buluşturma girişiminde bulunmuştur.

     Bu çok taraflı dengeleme politikası, Ankara'nın yalnızca kendi askeri kapasitesine dayanmadığını, aynı zamanda bölgedeki farklı aktörleri koordine ederek İsrail'in tek taraflı hamlelerini zorlaştırmaya çalıştığını göstermektedir. Türkiye, böylece İsrail ile doğrudan çatışmaya girmeden hem bölgesel hem uluslararası düzeyde İsrail'in hareket alanını kısıtlama stratejisini sürdürmektedir.

     Sonuç olarak İsrail'in 7 Ekim sonrası ivme kazanan sınır tanımayan yayılmacılığı, bölgesel dengeleri altüst etmiş, uluslararası sistemin işlevsizliğini açığa çıkarmıştır. Batı'nın stratejik biçimde Siyonizm bağımlılığı, Arap dünyasındaki parçalanmışlık ve bölgesel liderlik boşluğu, İsrail'i dengeleyecek güçlü bir aktör bırakmamıştır. Bu bağlamda Türkiye, coğrafi, askeri ve diplomatik kapasitesiyle öne çıkan az sayıdaki bölgesel güçten biridir.

     Ankara'nın stratejisi, doğrudan askeri çatışmadan kaçınarak çok boyutlu bir dengeleme siyaseti yürütmektir. Diplomasi ve ittifak inşası, Filistin direnişine dolaylı destek ve caydırıcılık kapasitesinin güçlendirilmesi ile bölgesel kriz yönetimi, bu stratejinin üç ana eksenini oluşturmaktadır. Türkiye, bu yolla hem Batı ile köprüleri atmadan hem de İslam dünyasının taleplerini yansıtan bir denge politikası izlemeye çalışmaktadır.

     Önümüzdeki dönemde bu stratejinin başarısı, Türkiye'nin kuracağı bölgesel ittifakların etkinliğine, Filistin'de sürdürülebilir bir siyasi çözümün sağlanmasına ve İsrail iç siyasetindeki gelişmelere bağlı olacaktır. Türkiye, “oyun kurucu” olmasa da “oyun bozucu” kapasitesiyle İsrail'in sınırsız yayılmacılığını frenleyebilecek nadir aktörlerden biri olarak kritik bir rol oynamaya devam edecektir.