Giriş
İslam siyaset düşüncesinin birden fazla ana damarı bulunmaktadır. Bu damarlardan biri de felsefe geleneğine dayalı biçimde telif edilen siyasî eserlerdir. Felsefenin içerisinde de kelimenin gerçek anlamıyla felsefi olan, ideal toplum tasavvuruna dayalı siyasal metinler yer aldığı gibi reel-politik olana dayalı, kaynağı felsefi olmakla birlikte tek beslendiği kaynak felsefe geleneği olmayan ve pratik yaşamı önceleyen siyasal metinler de bulunmaktadır. Bu ikinci tür metinleri genel olarak “siyasetname” metinleri şeklinde isimlendirmekteyiz. Siyasetname metinleri toplum idaresinin farklı yönlerine dair araştırmalar açısından önemli kaynaklardır. Biz burada böylesi metinlerde hükümdar-halk ilişkine dair nasıl bir tablonun ortaya konulduğuna bakmaya ve konuya ilişkin bazı ön tespitlerimizi paylaşmaya çalışacağız. Maksadımızı gerçekleştirebilmek üzere örneklik değeri yüksek iki metni kaynak olarak seçtik. Metinlerden ilki Sırru'l-Esrâr şeklinde isimlendirilen ve İslam düşüncesi içerisindeki siyasetname geleneğinin ana kaynaklarından biri sayabileceğimiz eserdir. Diğeri ise Selçuklu veziri Nizâmülmülk'ün Siyasetnâme adını taşıyan ve de siyasetname geleneğinin kapsamlı ve etki değeri yüksek örneklerinden biri olan çalışmasıdır. Yapacağımız şey, kısaca, bu metinlerin hükümdarı ve halkı nerede konumlandırdıklarını ve bunlar arasındaki münasebete dair neler söylediklerini ana hatlarıyla ortaya koymaktır.
- Sırru'l-esrâr'da Hükümdar-Halk İlişkisi
Aristoteles'e atfedilmek suretiyle dokuzuncu asırda Yuhannâ b. Bıtrîk tarafından Arapçaya tercüme edilen ve adı Kitâbu's-Siyâse fî Tedbîri'r-Riyâse olsa da Sırru'l-esrâr ismiyle şöhret bulan eser,[1] İslam düşüncesine önemli etkilerde bulunmuştur. Etkili olduğu literatürün başında da siyaset düşüncesi gelmektedir. Eserde ideal bir toplumsal düzen, bir yanda hükümdarın diğer yanda da havas ve avam tabakalarıyla halkın yer aldığı kategorik bir ayrım üzerine inşa edilmiştir.[2] Böylesi bir ayrımda en önemli figür hükümdardır. O, iktidarının meşruiyetini, tabiri caiz ise toplumu idare için ihtiyaç duyduğu görev ve yetki belgesini Tanrı'dan almaktadır. Dahası aynı hükümdarın halkı karşısındaki konumu, eserde, mutlak müdebbir olarak Tanrı'nın alemdeki konumuna benzetilmektedir:
“Ey İskender! Adalet öyle büyük bir sıfattır ki zikri ulu, ismi yüce Yaratıcının sıfatlarından biridir. Ve bir melik -ki Allah onu kullarını idare etmesi için seçmiştir- Allah onu halkın işleri ve tedbirler için görevli olarak atamıştır. Bir tanrı gibi onların mutluluklarını, malları ve canları, kısaca bütün halleri, onun ellerindedir. O aynı bir tanrı gibidir. O bütün halleri ile tanrıya benzer ve Allah hikmetli ve merhametlidir.”[3]
Yeryüzünde adeta “bir Tanrı gibi” halkını idare ile sorumlu bulunan hükümdar, görevini yerine getirmek için yardımcılara ihtiyaç duymaktadır. Onlar içerisinde önemi en çok vurgulanan ve hükümdarın işini kolaylaştırabilecek diğer her şeyden daha fazla öne çıkarılan unsur ordudur. Hükümdar, en başta askerlerin yardımıyla halkını bir arada tutabilme ve kendisinin inşa ettiği topluma dirlik ve düzen kazandırabilme fırsatı elde eder. Bundan dolayı da eserde ordu “ülkenin özü, devletin gücü” diye nitelenmektedir.[4]
Toplumu var eden ana unsurlardan sonuncusu ise halktır. Halkın temel niteliği, farklı mesleklerin icrası yoluyla toplumun hayatta kalabilmesi için ihtiyaç duyulan erzak, mal ve hizmetleri temin etmektir.[5] Eserde hükümdar ve ordu dışında kalanlar hakkında “halk” genel ismine başvurularak konuşulmaktadır. Bununla birlikte, çok açık bir biçimde ortaya konulmasa da halkın kendi içinde de belirli bir ayrışmanın bulunduğu, herkesin aynı seviye ve konumda görülmediği anlaşılmaktadır. Örneğin; kadılar, hukukçular, tabipler “toplumun sorumluluğunu üzerine alanlar” şeklinde nitelendirilmektedir.[6] Ayrıca vezirlik, sicil katipliği, elçilik, vergi memurluğu gibi “halkın üzerinde”[7] bir konumda görülen vazifelerden bahsedilmekte ve bu vazifeleri üstleneceklerde ortalama insanların sahip olabileceğinin daha üstünde birtakım hasletlerin bulunması gerektiği belirtilmektedir.[8] Sözü edilen detaylar bize, toplumun “halk”ı oluşturan grubunun esasında bir “avam-havas” ayrımına tabi tutulduğunu anlatmaktadır.
Sırru'l-esrâr'da ideal toplumun hükümdar, ordu ve halk gruplarından oluştuğunu gördükten sonra cevap arayacağımız bir sonraki soru, bu gruplar arasında nasıl bir ilişkinin söz konusu olduğudur. Eser, bahse konu bu ilişkiyi, sonraları “Adalet Dairesi” şeklinde meşhur olacak ve son derecede yaygın biçimde başvurulacak şu şema ile özetlemektedir:
“1. Dünya bir bahçedir; Onun çiti devlettir.
- Devlet bir kuvvettir; Onun koruyucusu kanundur.
- Kanun bir yaptırımdır; Onun uygulayıcısı hükümdardır.
- Hükümdar bir çobandır; Onun yardımcısı ordudur.
- Ordu bir yardımcıdır; Onun bağlayıcısı servettir.
- Servet bir rızıktır; Onun toplayıcısı halktır.
- Halk itaat edendir; Onu itaat ettiren adalettir.
- Adalet vazgeçilmezdir; O, dünyanın dirliğidir.”[9]
Adalet dairesi isimli bu şemaya göre göre hükümdarın temel görevi, orduyu da yanına alarak halkı yönetmek iken, halkın sorumluğu da gönüllü biçimde itaat edip servet üretmektir. Yalnız ne hükümdarın yönetebilme imkanı ne de halkın gönüllü itaati kendiliğinden ortaya çıkmamaktadır. Bunların her ikisi için de gerekli ortak nitelik adalettir.
Toplumda gereken düzenin sağlanması ve hükümdar-halk ilişkisinin gerektiği gibi tesisi adına adalete yapılan vurgu yalnızca yukarıdaki şema içerisinde karşımıza çıkmamaktadır. Nitekim bu bağlamda şu satırlara da müracaat edilebilir:
“(…) Adaletle gökler arzın üzerinde durur ve adaletle peygamberler gönderilir. Adalet aklın suretidir ki Allah yaratılmışlardan en sevdiklerini onunla vasıflandırır. Adalet yeryüzünü imar eder, memleketleri ayakta tutar ve insanları itaatkar yapar.”[10]
Hükümdar ile halkı arasındaki ilişkiyi düzenleyen temel ve genel ilke “adalet” olarak belirlense de adaletin ne olduğu önemlidir. Eserde adalet şöyle tarif edilmektedir: “Adalet bir isimdir ki manası insaftır, haksızlığın kaldırılmasıdır, tartının doğru, ölçünün düzgün olmasıdır. Öyle bir isimdir ki insaniyetin özelliklerini, büyüklüğün hasletlerini ve güzelliğin fiillerini kendinde toplamıştır.”[11] Tarife yakından bakıldığında ortak anlam “hakkı teslim etme” etrafında şekillense de kavramın farklı tezahürlerinin söz konusu olduğu da anlaşılmaktadır. Adaletin anlamına ve tezahür biçimlerine dair bu kaydedilenler, hükümdarın hangi anlamıyla adaleti gözetmekten sorumlu olduğu ve hangi adaleti gözettiği sürece halkın itaatini kazanabileceği sorusunu hatıra getirmektedir. Bu soruya cevap verebilmek için metnin şu satırlarına bakabiliriz:
“İnsanlar muhtelif tabakalardan oluşur ve adalet muhtelif yollarla yerine getirilir. (…) Adalet kısımlara ayrılır: Hâkimlerin kendisi ile hükmettiği adalet, insanın kendisi ve yaratıcısı arasındaki ilişkiyi muhasebe ettiği adalet ve son olarak şartlara göre insanın diğer insanlarla olan ilişkisindeki adalet.”[12]
Adaletin bahse konu bu farklı çeşitlerinden ilkini hukuki adalet, ikincisini metafizik adalet ve üçüncüsünü de medenî/sosyal adalet diye nitelendirebiliriz. Başka bir deyişle, hükümdar ile halk arasındaki iyi ilişkinin ve halkın itaatinin varlığı, hükümdarın kendi inşa ettiği toplumda hukuk alanında, dini yaşamda ve sosyal hayatta adaleti yerleştirmesine bağlı ve bağımlıdır. Bu aynı zamanda hükümdarın en asli vazifesi olarak da sunulabilir. Eserin yapısı ve genel içeriği bize, hükümdarın bu asli vazifesini ifa için en başta ordudan ve sonrasında da halkın havas kısmından yani, kadılardan, hukukçulardan, alimlerden, vergi memurlarından vs. yardım alması gerektiğini göstermektedir. Fakat öte yandan, hükümdara ilgili vazife için gerekenler bunlarla sınırlı da gözükmemektedir. Nitekim, bizzat hükümdarın kendisinin birtakım vasıfları taşımasının da önemi sıklıkla vurgulanmaktadır.
Sırru'l-esrâr'da toplumsal yaşamı paylaşan grupların erdemlerine dair doğrudan bir anlatım göze çarpmamaktadır. Bunun tek istisnası, toplumu kuran iradeyi temsil eden hükümdardır. Eserin yazarına göre, hükümdarın adil bir düzen inşa edebilmesi ve inşa ettiği toplumun düzen içerisinde var kalabilmesini sağlayabilmesi ancak bazı niteliklerin onda bulunmasıyla ve yine onun bazı eylem biçimlerini itiyat haline getirmesiyle mümkün olabilir. Her ne kadar bu bağlamda pek çok şey zikredilse de bunlar içerisinde birer “erdem” olarak öne çıkarılabilecekler şunlardır: Cömertlik, iyi düşünme, geniş fikirlilik, iyi değerlendirme, uzak görüşlülük, samimiyet ve de duygulara ve arzulara hakimiyet anlamında iffet.[13] Gerekli olduğu belirtilen bu erdemlere bakarak, eserde ancak entelektüel ve ahlakî açıdan yetkin bir hükümdarın kendisinden bekleneni yapabileceği, özetle, iyi bir hükümdar kabul edilebileceği sonucuna varabiliriz.
Sonuç olarak, Sırru'l-esrâr isimli eserin sosyal zümreler açısından önümüze koyduğu tabloda toplumun üç gruptan meydana geldiği anlaşılmaktadır. Birinci grupta, entelektüel ve ahlakî yetkinlikleri ve bunun yanında olumlu daha pek çok vasfıyla tek başına hükümdar yer almaktadır. İkinci grup, ana vazifesi hükümdara yönetim işinde yardım etmek olan askerlerden oluşmaktadır. Son grubu ise halk temsil etmektedir. Halk grubunun temel vazifesi ise bir bütün olarak toplumda ihtiyaç duyulan mal, erzak ve hizmetleri karşılamak ve de hükümdara itaat etmektir. Eserin yazarı halkın da avam ve havas şeklinde bir ayrıma tabi olduğunu bize dolaylı yollardan gösterse de açıkça bir sosyal zümre tasnifi yapmaz ve sosyal zümreler hakkında analiz edilebilecek çok bir veri sunmaz. Bundan dolayı da halkın hangi sosyal zümrelerden teşekkül ettiği, bunların tek tek görev ve sorumluluklarının ne olduğu, zümreler arasında mobilizasyonun imkanı ve sosyal zümrelerin erdemleri gibi konularda bu eser çerçevesinde değerlendirme yapabilmek zordur.
- Siyasetnâme'de Hükümdar-Halk İlişkisi
Siyasetnâme, Selçuklu sultanı Alparslan'ın ve oğlu Melikşah'ın vezirliğini yapan Nizâmülmülk'e (ö. 485/1092) aittir ve her ne kadar Siyerü'l-mülûk ve Nizamü'l-mülk'ün 51 faslı gibi farklı adlarla anılsa da[14] daha çok bunlardan ilkiyle meşhur olmuştur. Eser, hükümdar ile halk arasındaki kategorik karşıtlık ile başlar ve sonrasında da tüm anlatımlar ana hatları itibariyle bunun üzerinden devam eder. Buna göre, devlet sınırları içerisinde her şey nihai noktada hükümdarın malıdır. Nizâmülmülk bu düşüncesini, sipahiler hakkında konuştuğu esnada şu cümleleri ile dile getirir: “[Kendilerine ıkta' verilen sahipler], hakikatte onların (sipahilerin), toprağın ve halkın sultanın olduğunu bilmeleri gerekir.”[15]
Nizâmülmülk'e göre hükümdarlık, sultanlık, padişahlık belirli bir insana Tanrı'nın bir bahşıdır. O, Tanrı tarafından halkın içinden seçilip yukarı çıkarılmış ve halkı yönetmek üzere akıl ve bilgi ile donatılmıştır:
“Allah her asır ve zamanda halkın içinden birini seçerek onu padişahlık sanatlarıyla övülmüş ve süslenmiş kılar. Dünyanın işlerinden ve kulların huzurundan onu sorumlu tutar, fesat, karışıklık ve fitneyi ortadan kaldırır. (…) O halde kullardan biri Allah Teala'nın takdiri ile bir devlet ve yücelik elde etse, Allah kendisini kıymetli tutup bir akıl ve bilgi verir.”[16]
Nizâmülmülk Siyasetnâme'sine her ne kadar hükümdar-halk ayrımı ile başlasa da sonrasında daha farklı ayrımlara da gitmektedir. Şöyle ki, eserde devamlı surette padişah-devlet,[17] padişah-ordu-halk,[18] ıkta' sahipleri-halk,[19] vergi memuru-halk,[20] kadı-halk,[21] casuslar-halk[22] vb. ikilikler göze çarpmaktadır. Bu karşıtlıkların önümüze şöyle bir tablo çıkardığını öne sürebiliriz. Eserin okuyucuya ilk elde gösterdiği en temel ayrım sultan/padişah-halk ayrımı olsa da biraz derine inildiğinde bundan daha ileri ve detaylı bir hükümdar-devlet/bürokrasi-halk ayrımı bizi karşılamaktadır. Burada padişah dışındaki halkın iki ana sosyal sınıfa ayrıldığı, bunlardan ilkinin hükümdara bir şekilde yardım eden bürokratları, ikincisinin de gerçek manada halkı temsil ettiği söylenebilir. Sözü edilen bu bürokrat-halk ikiliği kendisini eserde bazen havas-avam ikiliği olarak da belli etmektedir.[23] Son olarak, Nizâmülmülk eserinde tüm bu sosyal zümrelerin dışında bir de kölelere yer vermekte ve kölelerin hangi milletlerden seçileceği, nerede ve nasıl istihdam edileceği ve onlara nasıl davranılacağı hakkında ayrıntılı biçimde konuşmaktadır.[24]
Nizâmülmülk'e göre ülkede herkesin mutlaka bir işinin bulunması elzemdir. Nitekim o, tembelliğin engellenmesinin lüzumu üzerinde ısrarla durur; fakat aynı zamanda herkesin kendisine uygun sadece bir işle meşgul edilmesi gerektiğini de sözlerine ekler.[25] Ne var ki, kimin hangi işle meşgul edileceğinin ve dolayısıyla da kimin hangi sosyal sınıfa mensup olacağının belirlenmesinde nasıl bir yol izleneceğine dair okuyucularıyla pek fazla detay paylaşmaz. Ancak yine de konuya dair aktardıkları onun genel yaklaşımını anlayabilmek için yeterli sayılabilir. Buna göre, herkes bilgi ve becerisine göre padişah tarafından bir yere yerleştirilir. Herkese birtakım yetkinliklerine göre bir yer tayin edildiğine göre, yetkinlikler değiştikçe sosyal statü de değişebilecektir ki, bu sosyal zümreler arası geçişin imkanı düşüncesine kapı aralamaktadır. Nizâmülmülk'ün ilgili açıklamaları şu şekildedir:
“O, akıl ve bilgi ile eli altındaki fertlerden her birine kendi ölçüsünde bir iş ve yer verir. İçlerinden hizmetkarları ve liyakatlıları seçer, rütbe ve makam vererek, mühim din ve dünya işlerinde onlara itimat eder.”[26]
Nizâmülmülk eserinde sosyal zümrelerin sorumlulukları ve bununla irtibatlı biçimde de zümrelerin ihtiyaç duydukları erdemler hakkında konuşmaktadır. Nizâmülmülk'e göre bürokratlara ve devlet görevlilerine düşen en temel vazife, kendilerine verilen hususî görevleri halkı rahatsız etmeyecek ve dolayısıyla da halkı padişahtan hoşnutsuz hale getirmeyecek şekilde icra etmeleridir. Nitekim bürokratlara ve devlet görevlilerine dair hemen her anlatımında bu hususun altını ısrarla çizdiğini rahatlıkla görebiliriz. Ancak özel olarak bu sınıfın erdemlerinden bahsetmemektedir.
Siyasetnâme'de diğer zümrelerin aksine halk çok fazla görülmemektedir. Zira onların kimlerden oluştuğu, sorumluluklarının neler olduğu ve hangi erdemlerle donanmalarının istendiği eserde çok fazla tartışılmamaktadır. Onun yerine, halkın “itaat etmekten”, padişahın kendisine verdiği “nimetin hakkını tanımak”tan ve “hıyanet etmemek”ten sorumlu olduğu söylenmekte ve padişaha itaat edip kendilerine verilen işleri yaptıktan sonra “onun adaletinin gölgesinde günlerini rahat ve huzur içinde geçir[ebilecekleri]” ifade edilmektedir.[27]
Eserde tartışılan husus daha çok, padişahın halkına karşı neleri yapmakla sorumlu olduğu ve bunları yaparken hangi erdemlere sahip olması gerektiğidir. Buna göre, padişahın halkına karşı en öncelikli ve neredeyse yegane borcu adalettir. Adalet vurgusu, Nizâmülmülk'ten önce siyaset üzerine eser kaleme alan pek çok düşünür için de aynen geçerlidir. Ancak biz adaletin farklı çeşitlerinin olduğunu bir önceki başlıkta ifade etmiştik. Nizâmülmülk'ün adaletten söz ettiğinde daima ve sadece hukukî adalete atıfta bulunduğunu belirtmemiz gerekmektedir. Nitekim Siyasetnâme'de ne metafizik adaletten ne bireysel yetkinlik için gerekli temel erdemlerin kazanımı anlamında bireysel adaletten ve ne de insanlar arası münasebette ahlak kurallarına riayet edilmesi anlamında medenî/sosyal adaletten bahsedilmektedir. Adalet deyince eserde anlaşılan, adalet divanlarının kurulmasından, halkın uğradığı haksızlıklara dair şikayetlerin dinlenmesinden ve suçluların gerektiği gibi cezalandırılmasından ibarettir.[28] Son olarak padişahın erdemlerine gelince, Nizâmülmülk bize padişah için gerekli bir erdemler listesini hazır olarak sunamamaktadır. Bunun yerine, padişahın acelecilikten uzak durması anlamında sükûnetine ve sabrına, düşünerek hareket etmesi anlamında aklına ve bilgisine, istişarede bulunmasına, kullarına karşı cömert ve merhametli olmasına ve de adaletine dair açıklamalarda bulunmaktadır.[29]
SONUÇ
İslam siyaset düşüncesinin önemli saç ayaklarından birini oluşturan siyasetname geleneğinde hükümdar-halk ilişkisi, ideal düzen tasavvuru kadar reel iktidar pratiklerinin de bir izdüşümü olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu gelenekte hem Sırru'l-esrâr hem de Siyasetnâme, toplumsal yapıyı belirli zümrelere ayırmakta ve bu zümreler arasındaki ilişkinin merkezine de hükümdarı yerleştirmektedir. Her iki eserde de toplum, hiyerarşik bir bütün olarak kavranmakta; düzenin sürekliliği, hükümdarın hikmet, akıl ve adaletle donanmış olmasına bağlanmaktadır. Ancak iki metin arasında belirgin farklar da bulunmaktadır.
Sırru'l-esrâr, hükümdarın konumunu neredeyse metafizik bir düzeye çıkarmaktadır. Hükümdar, Tanrı'nın yeryüzündeki gölgesi ve hikmetin taşıyıcısıdır. Halkın itaati, onun adaletle hükmetmesine bağlı hale getirilirken adalet ise yalnızca hukuki değil, aynı zamanda ahlaki, metafizik ve toplumsal bir ilke olarak kavranmaktadır. Bu çok katmanlı adalet anlayışı, toplumun ruhunu ayakta tutan ilahi bir ilke hüviyetindedir. Buna karşılık Siyasetnâme'de adaletin daha dünyevî ve idarî bir mahiyet kazandığını görmekteyiz. Nizâmülmülk'ün adalet vurgusu, daha ziyade, kurumların işleyişine, halkın şikayetlerinin dinlenmesine ve kamu düzeninin korunmasına yöneliktir. Böylece adalet, ahlaki bir ideadan çok, siyasî bir tedbir halini almaktadır diyebiliriz.
Her iki metin de toplumu “hükümdar-yardımcılar/bürokrasi-halk” üçlüsü etrafında örgütlemektedir. Sırru'l-esrâr bu yapıyı ilahî bir nizamın yeryüzündeki yansıması olarak yorumlarken, Nizâmülmülk bize daha pratik ve de yönetimsel bir bakış açısı sunmaktadır. İlki ahlakî-felsefî bir devlet anlayışına, ikincisi ise idari-rasyonel bir devlet anlayışına işaret ediyor diyebiliriz. Buna rağmen ikisinin de ortak paydası, halkın itaati ve düzenin devamı için hükümdarın adil olması gerektiği yönündedir.
Sonuç olarak, İslam siyaset düşüncesindeki hükümdar-halk ilişkisi, modern anlamda bir toplumsal sözleşmeden ziyade, adaletin tecelli ettiği hiyerarşik bir nizamın tasavvurudur. Bu nizam, iktidarı mutlaklaştırmakla birlikte onu ahlaki bir sorumluluk altına da sokmaktadır. Dolayısıyla diyebiliriz ki bu geleneğin asıl önemi, siyasetin meşruiyetini yalnızca güç ya da yasa değil, aynı zamanda erdem ve adalet üzerinden düşünmeye davet etmesindedir.
[1] Elif İlhan Yücer ve Rumeysa Güven, İslam Siyaset Düşüncesinin Pseudo-Aristotelesçi Zemini (İstanbul: Klasik Yayınları, 2022), 19.
[2] (Sahte) Aristoteles, Sırru'l-Esrâr/Sırların Sırrı, çev. İslam Kavas (İstanbul: Büyüyen Ay, 2018), 47-48, 110.
[3] (Sahte) Aristoteles, Sırru'l-Esrâr/Sırların Sırrı, 109.
[4] (Sahte) Aristoteles, Sırru'l-Esrâr/Sırların Sırrı, 141.
[5] (Sahte) Aristoteles, Sırru'l-Esrâr/Sırların Sırrı, 114.
[6] (Sahte) Aristoteles, Sırru'l-Esrâr/Sırların Sırrı, 48.
[7] (Sahte) Aristoteles, Sırru'l-Esrâr/Sırların Sırrı, 139.
[8] İlgili görevleri yürütecek kimselerde bulunması istenen vasıflara dair bk. (Sahte) Aristoteles, Sırru'l-Esrâr/Sırların Sırrı, 128-130, 135-140.
[9] (Sahte) Aristoteles, Sırru'l-Esrâr/Sırların Sırrı, 114.
[10] (Sahte) Aristoteles, Sırru'l-Esrâr/Sırların Sırrı, 109.
[11] (Sahte) Aristoteles, Sırru'l-Esrâr/Sırların Sırrı, 111.
[12] (Sahte) Aristoteles, Sırru'l-Esrâr/Sırların Sırrı, 111.
[13] (Sahte) Aristoteles, Sırru'l-Esrâr/Sırların Sırrı, 41-51.
[14] Nizamülmülk, Siyasetnâme, çev. Nurettin Bayburtlugil (İstanbul: Dergah Yayınları, 7. Baskı, 2009), 15.
[15] Nizamülmülk, Siyasetnâme, 49.
[16] Nizamülmülk, Siyasetnâme, 25
[17] Nizamülmülk, Siyasetnâme, 28
[18] Nizamülmülk, Siyasetnâme, 80
[19] Nizamülmülk, Siyasetnâme, 49, 157
[20] Nizamülmülk, Siyasetnâme, 39
[21] Nizamülmülk, Siyasetnâme, 58
[22] Nizamülmülk, Siyasetnâme, 92
[23] Nizamülmülk, Siyasetnâme, 79, 140, 144.
[24] Nizamülmülk, Siyasetnâme, 124-127.
[25] Nizamülmülk, Siyasetnâme, 183.
[26] Nizamülmülk, Siyasetnâme, 25-26.
[27] Nizamülmülk, Siyasetnâme, 26.
[28] Nizamülmülk, Siyasetnâme, 30, 268.
[29] Bk. Nizamülmülk, Siyasetnâme, 25, 30, 112, 158, 165-166, 268.