Askerî Kapasite Kalıcı Barış İlişkisi: Türkiye–Mısır Ekseninde Yeni Bir Model

Askerî Kapasite Kalıcı Barış İlişkisi: Türkiye–Mısır Ekseninde Yeni Bir Model

9 Ekim'de Gazze'de varılan ateşkese dair önemli pürüzler bulunsa da asıl tartışma, ateşkesin kalıcı olup olmayacağı ve İsrail'in masada imzaladığı hükümlere sadık kalıp kalmayacağı etrafında yoğunlaşıyor. İsrail'in geçmişteki sicili, bu konuda olumsuz bir tablo ortaya koyuyor. Çünkü tarihsel olarak İsrail çoğu ateşkes düzenlemesini ya kısmen uyguladı ya da kısa sürede ihlal etti. Uygulamada, metindeki muğlak ifadeler, güvenlik gerekçesiyle geniş yorumlanan maddeler veya sahadaki “istisnai” durumlar gerekçe gösterilerek ateşkesin esnetildiği ya da delindiği sıkça görüldü.

Ateşkesin istikrarı ve kalıcı barışa evrilmesine dair kaygıları giderecek esas unsur, ateşkesin imzalanmasına giden sürecin tasarımında yatıyor. Bu yazının amacı, İsrail'in ateşkese sadık kalmasını sağlayacak koşulları tartışmaktır. Yazının temel argümanı; İsrail sorunu, demokrasi, hukuk ve insan hakları gibi normatif araçlarla değil, çözümü askeri kapasiteye bağlı bir sorundur. Dolayısıyla yazıda ateşkes müzakerelerinde izlenen yöntemin, ateşkesin kalıcılığını belirleyeceği ve İsrail sorununun çözümüne giden yolda yol gösterici bir çerçeve sunacağı savunulacaktır.

Petrodolar Çağı ve İsrail'in Alan Kazanımı Arasındaki Paralellikler

Ortadoğu bölgesinin geleneksel ağırlık merkezi tarih boyunca Doğu Akdeniz/Levant bölgesi olmuştur. Bu bölgede tarih boyunca büyük medeniyetlere ev sahipliği yapmış Türkiye Mısır ve Suriye gibi ülkeler bulunmaktadır. Bu bölgedeki devletler, İslami ve İslam öncesi dönemde bölgesel ve küresel anlamda askeri liderlik yapmış, bilim, sanat ve felsefede dünyaya yön vermiş entelektüel kapasite, jeopolitik ve demografik avantajlar barındıran devletlerdir.

Ancak 1960'li yıllarda petrol çağının başlaması ve 1973 yılındaki petrol ambargosu sonrası Körfez ülkelerine milyar dolarlık petrodolarlar akmaya başlayınca, bölgenin ağırlık merkezinde bir kayma yaşanmaya başlandı. Körfez'in zengin ülkeleri, sahip oldukları ekonomik kaynakları ve stratejik hidrokarbon rezervlerini bir kaldıraç olarak kullanarak bölgesel ve küresel düzlemde ekonomik ve diplomatik profillerini yükseltmeyi başardılar.

Aynı dönemlerde bölgede artan İsrail saldırganlığı ve revizyonizmi tüm bölge için bir tehdit olmaya başladı. İsrail, 1948, 1956, 1967 ve 1973 savaşlarında bölgedeki işgalini genişletirken, bölgenin ağırlık merkezi çoktan Körfez'e doğru kaymaya başlamıştı. İsrail'in revizyonist politikaları için uygun alanlar elde etmesiyle bölgenin ağırlık merkezinin Körfez'e kayması arasındaki paralellik dikkat çekicidir.

1980'lerde İran İslam Devrimi, Sovyetlerin Afganistan'ı işgali ve İran-Irak Savaşı gibi askeri kapasitenin önemini ortaya koyan gelişmeler, Körfez ülkelerinin bölgesel meselelerdeki yetersizliklerini görünür kıldı. Körfez güvenliğini sağlamak amacıyla bir araya gelerek kurdukları Körfez İşbirliği Konseyi'nin, 1990'da Irak'ın Kuveyt'i işgalini engelleyememesi ise askeri kapasitenin bölgesel denklemlerde belirleyici olduğunu bir kez daha gösterdi. Bu süreçte bölgenin ağırlık merkezi yeniden Levant'a kaymaya başladı. İsrail'in Lübnan'dan çekilmesi ve Oslo süreci, Körfez'in bölgesel meselelerdeki rolünün zayıflamasıyla paralel ilerleyen gelişmeler olarak öne çıktı.

Aynı tarihsel örüntü, Arap Baharı sırasında yeniden ortaya çıktı. Bu süreçte Mısır ve Suriye gibi ülkelerin derin sosyo‑politik krizleri ve 2008'de patlak veren küresel ekonomik krizin etkileri, söz konusu devletleri zayıflatarak bölgesel meselelere ilgilerini azalttı. Buna karşılık, yüksek seyreden petrol fiyatları ve başta ABD olmak üzere Batılı ülkelerden alınan diplomatik ve ekonomik destek, Körfez ülkelerini bölgesel konularda giderek daha belirleyici aktörler hâline getirdi ve bölgenin ağırlık merkezi yeniden Körfez'e kaymaya başladı. Bu dönemde Körfez ülkelerinin İran tehdidiyle baş etmek adına İsrail'e fiilen bağımlı kalması ise, İsrail'i maksimalist politikalarda daha da cesaretlendirdi.

İsrail'i Sınırlamak: Bölgesel Caydırıcılığın Kurumsallaşması

Son yarım yüzyılda tanık olduklarımız göstermektedir ki çözümü büyük ölçüde askerî-endüstriyel kapasiteye dayanan İsrail sorunu, Körfez'in bölgesel meselelere liderlik ettiği dönemlerde daha da girift hâle gelmektedir. Ekonomik kaynaklar bakımından birer “dev” olsalar da askeri kapasite anlamında birer “cüceden” öteye geçmeyen Körfez ülkeleri Ortadoğu'da liderlik rolü üstlendikçe, İsrail aşırı sağının maksimalist politikaları dizginlenemez bir seviyeye taşınıyor. Nitekim 7 Ekim sonrasında, İsrail'i durdurmaya ve özellikle Gazze başta olmak üzere tüm Filistin topraklarında işlenen, soykırım niteliği taşıyan suçları engellemeye dönük Körfez inisiyatifiyle pek çok girişim yapılmış olsa da, bu çabalar başarıya ulaşmaktan uzak kalmıştır.

Bugün İsrail'i ateşkese zorlayan temel etken ve müzakere yöntemi, ateşkesin kalıcılığına dair önemli ipuçları sunmaktadır. 9 Ekim'de ilan edilen ateşkeste çok sayıda unsur etkili olsa da, belirleyici rolü, bölgenin askerî-endüstriyel kapasitesi yüksek iki aktörü olan Türkiye ve Mısır'ın inisiyatif alması oynamıştır. Ateşkes sürecinin tasarımı, hem ateşkesin istikrarına hem de Filistin'de kalıcı barışın parametrelerine işaret etmektedir. İsrail'in askeri güç yoluyla sınırlandırılabileceği açıktır; bunun için de bölgenin başat ülkelerinin askerî işbirliğini derinleştirmesi ve caydırıcılığı kurumsal bir düzeye taşıyacak adımlar atması kaçınılmaz bir gerekliliktir.

Türkiye, geçmişte Bağdat Paktı ve Sadabat Paktı gibi bölgesel savunma örgütlerinin kuruculuğunu üstlenmiş, gelişkin askerî-endüstriyel kapasitesiyle öne çıkan bir ülke olarak Filistin meselesinde inisiyatif almalıdır. Türkiye bölgenin önemli askerî güçlerini ortak bir savunma örgütü çatısı altında birleştirebilecek yegane aktör konumundadır. Ekonomik ve siyasi açıdan Körfez'in destekleyeceği, omurgasını Türkiye ile Mısır'ın ve hatta Pakistan'ın oluşturacağı böylesi bir askerî pakt, yalnızca İsrail'i caydırmakla kalmayacak; bölgedeki krizlerin derinleşmesini önleyecek ve bölgeye yönelik yabancı müdahalelerini de sınırlandıracaktır.

Bu yılın Mayıs ayında Trump, Körfez'e gösterişli bir ziyaret gerçekleştirmiş ve üç trilyon doları aşan anlaşmalar imzalamıştı. Ziyaretin gündem başlıklarından biri de İsrail'in durdurulmasıydı. Ne var ki, Körfez ülkelerinin trilyonlarca dolarlık yatırım taahhütlerine rağmen İsrail'in saldırganlığı sona ermedi, hatta İsrail, gerilimi tırmandırarak Katar'daki Filistin müzakere heyetine saldırma cüretini dahi gösterdi. Tek başına bu gelişme bile, İsrail sorununu esasen askerî kapasiteyle bağlantılı bir mesele olduğunu ortaya koymaktadır. Uzun vadede bölgesel istikrarın, İsrail'in askerî bakımdan sınırlandırılmasına bağlı olduğu gerçeği ise, bölgede İsrail'i dengeleyecek ve sınırlayacak bir askerî paktın inşasını zorunlu kılmaktadır.

[1]   Doç. Dr., Mardin Artuklu Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölüm başkanı., [email protected].