12 gün süren İran-İsrail çatışması sürecinde Ortadoğu'daki askeri gerilimin zirveye çıktı. Her iki tarafın da çatışmaları bir ateşkesle sonlandırması, özellikle Gazze başta olmak üzere bölge genelinde tansiyonun düşeceğine dair bir umut doğurdu. Ancak, bölgedeki aktörlerin “gerilimin düşmesi” ve “istikrar” kavramlarına yükledikleri anlamlar arasında ciddi farklılıklar bulunuyor. İsrail ve ABD, bölgesel tansiyonun düşürülmesini İbrahim Anlaşmaları'nın daha da genişletilmesi ile ilişkilendirirken, İsrail'in saldırılarına maruz kalan bölge ülkeleri ise istikrarı, İsrail'in uluslararası hukuku ihlal eden, orantısız ve sürekli hale gelen askeri müdahalelerine ve yayılmacı siyasetine son vermesiyle mümkün görüyor.
Bu yazıda, İran-İsrail ateşkesinin ardından Tel Aviv sokaklarına asılan ve İbrahim Anlaşmaları'na katılması muhtemel aktörleri simgeleyen afişler üzerinden, özellikle Suriye'nin bu sürece nasıl yaklaştığını ele alacağım. Şam yönetiminin İsrail'le normalleşme sürecine ilişkin tutumunu, bu süreçten beklentilerini ve taşıdığı temel kaygıları analiz edeceğim. Yazının temel argümanı, on beş yılı aşkın bir süredir devam eden iç savaşın yarattığı derin siyasi ve ekonomik tahribatla başa çıkmakta zorlanan Suriye'nin, ülkenin toprak bütünlüğünü ve siyasi istikrarını yeniden tesis etmek amacıyla İsrail'le normalleşmeyi bir seçenek olarak değerlendirmeye başladığıdır. Şam yönetiminin bu yöneliminde ise büyük ölçüde Körfez ülkelerinin yoğun diplomatik baskısı ve mali desteği etkili oluyor.
Sriye iç savaşı ve yıkıcı sonuçları
Son yüz yıl içerisinde Suriye coğrafyası, derin ve kalıcı etkiler bırakan iki büyük krizle sarsıldı. Bunlardan ilki, I. Dünya Savaşı sırasında yaşanan açlık, kıtlık, salgın hastalıklar ve savaşın yarattığı yıkım ortamıydı. Kitlesel ölümlere neden olan bu kriz, Suriye'nin siyasi hafızasında derin bir travma olarak yer etti. Bu travmanın yüzüncü yılına denk gelen Arap Baharı süreci ise, ülkeyi ikinci büyük krizle karşı karşıya bıraktı. On beş yılı bulan iç savaş, sadece siyasi dengeleri değil, ülkenin sosyal dokusunu ve ekonomik altyapısını da ciddi biçimde tahrip etti. Yüz binlerce Suriyeli bu iç savaşta hayatını kaybederken milyonlarcası da ülke içinde ve dışında mülteci durumuna düştü. Savaşın yol açtığı bu insani felaketlere ilaveten ülke ekonomik alt yapısı, yeniden inşası kısa vadede mümkün olamayacak, büyük bir yıkımla karşı karşıya kaldı.
Suriye'de uzun yıllar süren istikrarsızlık ortamı, yabancı güçlerin ülke iç siyasetinde nüfuz kazandığı bir siyasi atmosfere de zemin hazırladı. İran, Rusya ve ABD gibi küresel ve bölgesel aktörler, Suriye'de kendi çıkarlarını korumak ve genişletmek amacıyla vekil güçler üzerinden yoğun bir nüfuz mücadelesine girişti. Her ne kadar 8 Aralık 2024 tarihinde Esed rejiminin çökmesiyle birlikte İran ve Rusya'nın Suriye üzerindeki etkisi önemli ölçüde zayıflamış olsa da, ABD, uzun yıllardır silah ve mühimmat desteği sağladığı YPG aracılığıyla Suriye'nin kuzeyinde kendisine ait bir nüfuz alanını korumaya devam ediyor.
8 Aralık 2024 tarihinde Esed rejimini devirerek iktidarı ele geçiren Ahmed eş-Şara liderliğindeki yeni yönetim, Suriye'de siyasi ve ekonomik istikrarı sağlama ve ülkenin toprak bütünlüğünü koruma yönünde güçlü bir vizyona sahip. Şara yönetimi, bir yandan Dürziler ve Nusayriler gibi azınlık grupların taleplerini dengelemeye çalışırken, diğer yandan ABD desteğiyle silahlı bir güce dönüşen YPG'nin özerklik talepleriyle ve ülkenin güneyinde işgalini derinleştirerek kalıcı hale getirmeye çalışan İsrail'in yayılmacı politikalarıyla mücadele ediyor. Tüm bu meydan okumalar karşısında Şara yönetimi, temel altyapıyı işler durumda tutmak ve kamu hizmetlerini kesintisiz sürdürmek suretiyle ülke içinde yönetim kapasitesini güçlendirmeyi de hedefliyor.
Şara yönetiminin, iç savaş sonrasında derinleşen çok katmanlı krizlerle başa çıkmak ve kendi vizyonunu ülke siyasetinde hakim kılmak için gerekli kaynaklardan büyük ölçüde yoksun olduğunu söyleyebiliriz. Öncelikli olarak, iç savaş boyunca zayıflayan merkezi otoritenin yarattığı boşluktan yararlanarak nispi özerklik kazanan Nusayri ve Dürzi azınlıkların sisteme entegre edilmesi ve ulusal birlik çerçevesinde tutulması gerekiyor. İkinci olarak, ABD'nin uzun yıllardır silah ve lojistik destek sağladığı YPG, etkili bir askeri güç haline gelmiş ve fiilen özerk bir yapıya kavuşmuş durumda. Bu oluşumun yeniden merkezi sisteme dahil edilmesi, Şara yönetimi için en önemli sınav olarak duruyor. Üçüncü olarak, İsrail'in Şam'ın eteklerine kadar ilerleyen işgalci ve yayılmacı politikalarının durdurulması, ülkenin egemenliği açısından yaşamsal bir zorunluluk olarak ön plana çıkıyor. Suriye yönetiminin kendi askeri kapasitesi ile İsrail'i durdurmasının ya da geri çekilmeye zorlamasının imkan dahilinde olmadığı bilinen bir gerçek. Son olarak ise, savaşın yıktığı altyapının yeniden inşası, kamu hizmetlerinin istikrarlı biçimde sürdürülebilmesi ve milyonlarca mültecinin ülkelerine dönüşünü mümkün kılacak ekonomik istikrarın sağlanabilmesi için ciddi düzeyde finansal kaynağa ihtiyaç duyuluyor. Bu kaynakları Suriye içerisinde temin etmek pek mümkün değil.
Pragmatizm ve Baskı Arasında Şam'ın Normalleşme Müzakereleri
İç savaşın yarattığı yıkımın yanı sıra, bazı küresel ve bölgesel aktörlerin Suriye iç siyasetinde elde ettikleri kazanımların yarattığı baskı, Şam yönetimini yeni çıkış yolları aramaya itiyor. Hem diplomatik hem de ekonomik açıdan ciddi bir desteğe ihtiyaç duyulan bu dönemde, Körfez ülkeleri Suriye siyasetinde öne çıkan aktörler haline gelmeye başladı. Özellikle 8 Aralık 2024 sonrasında Şam ile Körfez başkentleri arasında artan temaslar dikkat çekiyor. Taraflar arasında karşılıklı üst düzey ziyaretlerin sıklaşması, sadece sembolik değil, aynı zamanda stratejik bir yakınlaşmaya işaret ediyor.
Şam ile Körfez ülkeleri arasındaki yakınlaşma, dikkatleri bu ilişkinin doğasına çevirmiş durumda: Bu uyum stratejik bir yönelimin ürünü mü, yoksa geçici ve pragmatik bir işbirliği mi? Başka bir deyişle, Şam yönetimi Körfez'in bölgesel meselelerdeki vizyonunu gerçekten benimsemiş ve bu doğrultuda kalıcı bir ittifaka mı yöneliyor, yoksa mevcut krizleri aşmak adına Körfez'in siyasi ve ekonomik desteğine duyduğu ihtiyaç nedeniyle mi bu yakınlaşmayı sürdürüyor? Bu soru, Şam-Körfez ilişkilerinin gelecekte alacağı yönü anlamak açısından kritik bir öneme sahiptir.
Öncelikle, Şara yönetimi ile Körfez ülkeleri arasında derin bir stratejik uyumdan söz etmek güçtür. Tarafların, hem bölgesel hem de küresel meselelere dair yaklaşımlarında önemli farklılıklar bulunuyor. Bu farklılıklar, ortak normların ve değerlerin eksikliğinden, vizyon ayrılıklarından ve siyasi önceliklerin uyuşmamasından kaynaklanıyor. Ancak tüm bu yapısal farklara rağmen, Şam yönetiminin içinde bulunduğu çok yönlü kriz ortamında Körfez'in diplomatik ve ekonomik desteğine duyduğu ihtiyaç Şam-Körfez ilişkilerinde belirleyici bir parametre hale geldi. Bu bağlamda Körfez ülkeleriyle kurulan yakın ilişkiler, Şam'ın İsrail'le normalleşme sürecine daha sıcak bakmasına neden oluyor.
Bugün Suriye'nin karşı karşıya kaldığı durum, büyük ölçüde 2021 yılında Sudan'ın karşı karşıya kaldığı tabloya benziyor. O dönemde, ABD tarafından “teröre destek veren ülkeler” listesine alınmış, yaptırımlara maruz kalmış ve uluslararası arenada ciddi şekilde izole edilmiş olan Sudan yönetimi, Körfez ülkelerinin devreye girmesiyle İsrail'le normalleşme sürecine itildi. Körfez'in Sudan hükümetinin ödemesi gereken milyonlarca dolarlık tazminatı üstlenmesi ve diplomatik baskı kurması sayesinde Sudan, teröre destek veren ülkeler listesinden çıkarılmış ve yaptırımlar hafifletilmişti. Nihayetinde, Sudan yönetimi uluslararası sisteme geri dönebilmek adına İsrail'le normalleşmeye mecbur bırakılmıştı. Benzer şekilde, Şam yönetimi de Körfez desteğini sürdürebilmek ve mevcut krizleri aşabilmek için İsrail'le ilişkileri normalleştirme seçeneğini ciddi biçimde değerlendirmeye başlamış durumda.
[1] Doç. Dr., Mardin Artuklu Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölüm başkanı., [email protected].